Yüz yıldan fazla süredir hakkında yazılan çizilen, olumlu olumsuz eleştirilen, kurgusuyla, örgüsüyle okuyucusunu içine çeken, çok güçlü bir dille yazılmış dünya edebiyat tarihine adını yazdırmış bir eser. Edebi çevrelerce bu kadar çok sevilmesinin, didiklenmesinin, bu kadar çok yorumlanmasının sebebi sonunda başarıya (?) ulaşan bir yazarın mücadelesini anlatıyor olması. Evet bu romanın kahramanı kesinlikle bir denizci değil, bir yazar… Jack London yarı otobiyografik bir roman kurgulamıştır ve kahramanının başından geçenler yazarın kendi hayatıyla benzerlikler taşır.
Romanın baş kahramanı Martin Eden sokakta sahipsiz kaldığı çocukluk yıllarından yirmili yaşlarına kadar gemilerde çalışarak hayatını kazanmış, 20. yüzyılın başlarında Amerika San Francisco’da yaşadığı toplumda sosyal sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş alt sınıfa ait, fakir bir işçidir. Sağlıklı, güçlü bir vücudu olan çalışkan bir denizcidir. Seferden dönmüş ve bir sonraki çıkacağı sefere kadar, yani parası bitene kadar, kiralık bir odada kalmaktadır. Arkadaş çevresi de kendisi gibi hayatlarını zor şartlarda kazanan işçilerden oluşmaktadır. Az eğitimli fakat akıllı, sağduyulu bir gençtir. Kavgalar, içki, kadınlar ve eğlence ile geçen tatlı ve boş bir hayat sürmektedir. Bir gün tesadüfen bir kavgaya denk gelir ve genç bir adamı serserilerin elinden kurtarır. Martin için yaptığı “kim olsaydı aynı şeyi yapardı” kabilinden önemsiz bir reflekstir ancak kurtardığı adam zengin bir ailenin çocuğudur, Martin’in bu cesur jesti Arthur’u etkilemiştir ve minnettarlığını göstermek için onu evine yemeğe davet eder. Kararlaştırılan akşam gelir, Martin Eden o evin kapısından, hayatının hayal edemeyeceği bir şekilde değişeceğinden habersiz, içeri adımını atar.
“Sonra döndü ve kızı gördü. İri, mavi, tanrıçalarınkine benzeyen gözleri, gür, altın gibi saçları olan, soluk benizli, ruh gibi bir yaratıktı. Elbisesi de kendisi kadar olağanüstüydü. Onu, bir sap üzerindeki soluk, altından yapılmış bir çiçeğe benzetti. Hayır, o bir ruhtu, bir tanrısal varlık, bir tanrıçaydı. Böylesine yücelmiş bir güzellik bu dünyaya ait olamazdı”
Martin Eden bu daveti pek istemeyerek kabul etmiştir ancak o akşam o evde gördüğü zenginlik, zerafet, incelik ve güzellik kendi hayatı ile kıyaslandığında, ne kadar ucuz ve sefil bir yaşantısının olduğunu anlamıştır. Ve Ruth vardır, aşık olmuştur.
Böylece Martin Eden’in hikayesi başlar. Eden işçi sınıfından kaba ve eğitimsiz bir denizci olduğundan, eğitimli bir burjuva aileden gelen Ruth ile birlikte olması, aile ile eş değer bir eğitim düzeyi ve zenginliğe erişmeden imkânsızdır.Genç bir adamın kendi kötü koşullarını aşmak ve yüksek sınıfların sahip olduğunu sandığı bilgi ve kültürü elde etmek için giriştiği ölümüne çabanın öyküsü. Martin Eden düşlerinin nazlı kızını yüksek sınıfın ince zevkli, kültürlü insanlarının arasında bulmuştur. Belki de Ruth’un maddi gücüne erişmesinin ilk elde imkânsızlığından, onun bilgi ve kültürüne sahip olmayı hedefler kahramanımız. Bu arada Ruth da bu genç ve yakışıklı delikanlıya ilk zamanlar merak dolu bir sempatiyle yaklaşmış, ilerleyen zaman içinde bu duygularının daha önce hiç tatmadığı ve dizginleyemediği heyecanlara evrildiğini anlamıştır. Günlerini halk kütüphanesinde geçirmeye başlayan Martin, kitapların dünyasına açılır. Başlangıçta bir şey anlamasa bile, bıkmadan usanmadan okur; Marx okur, Nietzsche okur, en çok da edebiyat metinlerini okur. Kafasına yazar olmayı koymuştur artık. Sadece edebiyat aşkından değil, yazarak zengin olabileceğine de inanmaktadır. Yokluk içinde büyük bir sebatla hiç durmadan üretir, makaleler, hikâyeler ve şiirler yazar. Ancak eserlerini gönderdiği gazete ve dergi editörlerinden gelen yanıtlar hiç yüreklendirici olmaz. Aradan bir yıldan fazla bir zaman geçmiştir, Martin Eden sersefil bir halde hayatta kalabilmek, üretebilmek ve eserlerinin değerini kanıtlayabilmek adına insanüstü bir gayret ve tutkuyla çalışmaktadır. Maddi manevi her türlü zorluğu göğüsleyerek kendi bildiği yoldan ilerleyecek ve sonunda edebi çevrelere kendisini kabul ettirecektir. Başarabileceğine hiç kimse inanmaz, hatta Ruth bile… Ayrılırlar.
Yapayalnızdır, her bakımdan bitmiş durumdadır. Kimse ona inanmamaktadır, onu en çok yaralayan da budur. Yazmayı bırakır ve kabuğuna çekilir. “İş bitmiştir”
İlk kitabı çok kısa zamanda büyük satış rakamlarına ulaştığında yayımcıların yeni kitap, makale ve hikâye taleplerini karşılayamaz hale gelir. Hatta, bir zamanlar burun kıvrılan şiirleri bile göklere çıkarılmış, büyük telif ücretleri ödenerek yayımlanmıştır. Şöhret ve parayla birlikte zengin çevrelerin ilgisini de kazanmıştır. Daha önce değersiz buldukları yeteneği önünde ancak başarıya, üne ve paraya kavuştuğunda saygıyla eğilen burjuva sınıfının ve onların uşaklığını yapan orta sınıfın iki yüzlü değerlerinden tiksinecektir genç adam. Yükselmek için verdiği onca mücadelenin sonunda rüyasını gerçekleştirmiş ama o rüyadaki cennetin aslında cehennemi olduğunu anlamıştır. Öykündüğü hayatın kahramanlarının maskeleri düşmüştür. Ekmeğini kas gücüyle kazandığı günlerdeki coşkulu ve tutkulu kişiliğini özlemektedir ancak geçen zaman içinde sahip olduğu bilgi ve kültür hazinesinin ışığı içinden çıkıp geldiği kesimlerle de içsel bağlarını koparmıştır. Martin Eden için “İş bitmiştir”… Onun hikayesi hiçliğe tırmanıştır.
Deniz dingin ve derindir
Koynunda her şey uykuya dalar
Bir tek adım atmak yeter
Bir atılış, bir kabarcık, her şey biter
Jack London 33 yaşında Martin Eden’i yazdığında Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu ile uluslararası başarısını kanıtlamıştı. Fakat London ünlü olunca birden düş kırıklığına uğradı ve Güney Pasifik’te bir deniz yolculuğuna çıktı. İki yıllık zorlu yolculuğunda, yorgunluk ve bağırsak hastalıklarıyla mücadele ederken, içinde düş kırıklıklarını, ergenlik çağında yaptığı çete kavgalarını ve yazar olarak tanınmak için verdiği mücadeleyi anlattığı Martin Eden’i yazdı. Kitaptaki Ruth Morse adlı karakter Jack London’un ilk aşkı Mabel Applegarth’tır.
İyi okumalar.